Sunday, May 24, 2009

seyahatnamEM'den bir yaprak: "s"ehrin "f"isiltilari


Hayatımızda yer edinmiş ağaçlar, binalar, yollar, tabelalar düşünün.

Sonbaharda üstüne dökülmüş sarı yaprakları ezerek yürümeye çalıştığımız kaldırımları; kışın elleri olabildiğince cepten çıkarmamaya çalıştığımız huzurlu ev yolunu; baharında sevgiliyle buluşacağımız, yüzdeki hiç durmayan gülümsemeyle özdeşleşen tuhaf adresleri; hep kafalara bir şeyler sokmaya çalışan tek yön tabelalarını aklınıza getirin. Hepsini bir araya getirdiğimiz anda ortaya çıkan tek bir şehrin uzun bir hikayesi değil midir bizlere anlatılmaya çalışılan?

Oraya ulaştığım an tüm bu hislerimden arındığımı hissettim. O adresin daha doğrusu o şehrin, benim için çok hissiz ve temiz olduğuna inandım. Hepsine sıfırdan başlayıp yeni bir hikaye yazacaktım. Fakat fazla zamanım yoktu. Sadece bir gün.

Oldum olası merak ediyordum çocukluktan beri izlediğimiz filmlerde, dizilerde gözümüze çarpan bu şehri. Bitmek bilmeyen bir köprü üstünde giden kırmızı spor bir arabada mutlu bir aile tablosu aklımda kalmış. Duyduğum şeylerse daha farklı. Herkes bir ruhtan bahsediyor. İstanbul’a benzetenler bile oluyor. Memleketten uzak kalınan ilk zamanlarda böylesi söylentiler beklentileri epey yükseltiyor.

Memleketten uzak kalalı diyorum.. Aslında sadece 1 sene olmuş. Akademisyenlik adına uzun bir iş gezisi diyelim 4 veya 5 senelik. Biraz daha ciddi ortamlarda doktora diyorlar. Bir şekilde kendimi bu yeni kıtada bulmuşum. Çok methini duymuşum. O ana kadar sadece bir kaç büyük şehir gezmiştim asfaltları cetvelle doğudan batıya, kuzeyden güneye çizilen. Bilmiyordum tüm bir kıtanın bahsedilen güzellikleri bu yollara paralel olan yapılardan, binalardan, düzenden ve insanlardan mı ibarettir.. ve sonunda uçaktan iniyordum.

Biraz sonra kiraladığımız araba içindeki şoför koltuğunda buluyorum kendimi. Yolumuz şehrin biraz dışındaki şarap bağları. Karadeniz’de büyüyen bir çocuk olarak yollara saldıran yeşillikleri ne kadar özlemiş olduğumu anımsıyorum ilk anlarda. Biraz sonra da İstanbul trafiğini ne kadar az özlemiş olduğumu. Sonradan anlıyorum ki bu şehrin de bir köprüsü var ve tüm hayat iki tarafa yönlenmiş şerit sayısıyla doğru orantılı bir hızda akıyor. İstanbul’a benzetenlere biraz hak vermeye başlıyorum.

Yola düşmeden önce şehir içine fazla girmeden bir kaç ara sokakta kahvaltı edecek yer arayışında buluyoruz kendimizi. Park ettikten sonra orta halli bu sokaklarda bir süre yürüyoruz. İklim değişikliğini hemen yüzümde hissediyorum.
















Nemli havanın etkisini, her yerden yükselmeye çalışan geniş yapraklı ağaçların sayısını ilişkilendiriyorum. Oturduğumuz kafenin garsonundaki rahat ve huzurlu tavırlara dikkat ediyorum. Sokakta yürüyen insanların sükunetine, huzur veren aldırmazlıklarına, arabaların sıkışık park edilişine, parlayan güneşle beraber daha da güzel göze çarpan yarı eski yarı yeni apartmanlara ve onların tatlı düzenine, insanlara hitap etmeyen kırmızı ışıklara dikkat ediyorum. “Sanki ben bunları bir yerden hatırlıyorum.” Diye içimden geçiriyorum. Deniz dediğimiz şeyin evrensel etkileri olduğuna kanaat getiriyorum. Sonrasında “deniz mi?” dedim diye duraklıyorum. Cevabını sona saklıyorum.

Biraz sonra her ne kadar kırmızı spor bir araba içinde olmasak da aklımda kalan görüntüdeki insanların mutluluğuna hak vermeye başlıyorum. Şoför olmanın kısıtlamalarına rağmen masmavi su birikintisindeki büyük gemilerin sakin hareketini, küçük teknelerin mavi üzerine bıraktıkları beyaz izi parlayan güneşle birleştiriyorum. Camı açıp deniz havası almak istediğimde oldukça yüksekte olduğumuzu hatırlayıp vazgeçiyorum. Yine de baharı tertemiz hatırlamayı başarabiliyorum İstanbul’da olduğu gibi. Şerit sayısının bize müsaade ettiği hızda köprü üstünden ilerlerken bu sefer ben bir benzerliğe takılıyorum. Düşünüyorum da iki köprü de renkli aslında. Biri sadece gündüzleri, diğeriyse sadece geceleri. Benzetenlere daha da hak veriyorum.

Yollar daraldıkça mısır tarlalarının şarap bağlarıyla karışmasını umuyoruz. Harita elimizde bir oraya bir buraya koşturuyoruz. Yine filmlerde gördüğümüz vahşi batı tarzının emsali birkaç çiftliğe uğrayıp şarap tatmadan güneş batsın istemiyoruz. Dönüşte de yorgun düşüyoruz. Gözleri kapanması yasak olan tek insan olarak biraz daha dikkatli bakıyorum sağa sola. Şarap bağları ve mısır tarlalarına ufka doğru bir kaç tane de palmiye iliştiriyorum. Yanımdakilerden uyumayanlarla iletişim kurmaya calışıyorum yorumlarını dinliyorum.

Dönüş yolumuzda güneş alışkın olduğumuz gibi yine deniz tarafında sulara gömülüyor. Şehrin manzarası ise anlatılmayıp yaşanacak cinsten. Gökdelenlerin üst katları bulutlarla kaplı, aşağısı çok berrak. Bulutların hemen altında kalan camlara güneşin son kareleri yansıyor ve tüm trafik o fevkalade görünen gökdelenlere ulaşmaya çalışırcasına oraya hücum ediyor. Gündüzün çölümüzden bir alıntı gibisinden sıcak olduğunu hatırlıyorum. Biraz sonra arabadan indiğimde gecelerin dişleri birbirine vurdurabilecek kadar soğuk olduğunu görüyorum bu mayıs gününde. Bu hızlı geçişi bir saat önce terden ıslanmış olan t-shirtümle dışarı çıktığımda çok daha yakından hissediyorum. Donmamak için hemen bir mağazaya giyecek bir şeyler almaya koşturuyorum. Çıktığımda artık benzetenlere tamamen hak vermeye başlıyorum. Ruhun gecelere saklandığını fark ediyorum ve şehrin fısıltılarını teker teker duymaya başlıyorum.

Gece siyahının gökdelenlerin tepelerinde griyle karıştığı noktanın yüksekliği oldukça ürpertici gözüküyor. Gökdelenlerin arasında gecenin bu saatinde yürüyen insanlar; onların da yakınlarda bir evi, bir arabası, ilgilerini sundukları başka insanlar olabileceği düşüncesi ise çok yabancı geliyor. Aşağı kadar inmiş sisin, kirli gözlük camlarıyla birleşip meydana getirdiği bulanık görüntü içinde kırmızı bir ışık, bir siren sesine karışmış yaklaşıyor. Şehrin içinden gelip şehrin tüm fısıltılarını bastıran, acı bir siren sesi bu. Arabaların hepsi sağa çekiyor. Kırmızı ışık bir itfaiye aracı görünümünde önümüzden var hızıyla geçiyor bir miktar cadde suyundan üstümüze sıçratarak. Acı sirenle karışan kırmızı ışığın caddelere saçtığı hüzne rağmen, yanan şeyin cansız olduğunu umut ediyorum. Sireni şehrin ilk fısıltısı olarak kaydediyorum ve o uzaklaşırken arkasindan tedirgin bir bakis atiyorum.

Sokaklardan yükselen caz gürültüleri, içinde yaşadığı şehrin yerine söz almış, adeta "Benim de ruhum var" diye haykırıyor. Amerika'nın içinde aykırı sayılabilecek bu davranışa doğu-bati doğrultusundaki caddelerin yokuş halinde olması da eklenince ortaya tamamen farklı bir görüntü çıkıyor. Neden sorusuna ise "deniz" yanıtını vermeye çekiniyorum ikinci defa. Doğru cevabı bulmuşcasına devam ediyorum: “Çünkü bu bir deniz değil, okyanus. Hatta en büyüğünden!” Her ne olursa olsun bu tuzlu su birikintilerinin içimize aykırılık işlediğine, ruh enjekte ettiğine bir kere daha tanık oluyorum. Biraz sonra caz esintilerinin arasından fırlamış aykırı bir saksafon sesiyle irkiliyorum. Sesin sahibine yaklaşırken birkaç evsizin daha bozukluk isteğini görmezden geliyorum. Dörtlü bir kavşağın bir köşesinde ayaktaki bu müzisyen içini sokaklara döküyor her saniye. Önündeki karton kutudaki üç beş bozukluk önünden geçen evsizlerin bile ilgisini çekmiyor. Elinde tuttuğu büyük metal parçasının içinden çıkan ise başka bir hüzünlü melodi, başka bir fısıltı benim için. Ruhunu çaldığı sokakların az önce görmezden geldiğim insanların evi olduğunu düşününce soğuğu biraz daha yakın hissediyorum içimde. Yanına oturup hüzne ortak olmak istiyorum. Orada öylece kalmak istiyorum.

Gecenin geç bir saati, sokaklarda sahipleri haricinde pek kimsecikler kalmamış. Dönüş yolunda uzun bir yokuş inmek zorundayız. Biraz önümüzde bir adam alışveriş arabasına benzer görünümlü tekerlekli bir araçla bizimle aynı yönde aşağı doğru ilerliyor. Tuhaf aracın arka tekerlekleri çıktı çıkacak, yalpalayarak dönüyorlar. Çıkan ince gıcırtı sesi caddeye yayılıyor, şehrin son fısıltısı olarak aklımda yerini alıyor. Diğer evsizlere benzer giyimli bu adam, gecenin 2'sinde bir şekilde bu caddeden aşağı inmesi gerektiğine ve elinde tuttuğu o tekerlekli aracın tek sahip olduğu varlık olduğuna inanıyor. Dünyadan habersiz, mağaza duvarlarına sürterek aşağı doğru ilerliyor. 20 yaşındayken nasıl biri olduğunu, tanrıya inanıp inanmadığını veya neden o aracı taşıdığını sorsam ne cevap verir diye düşünüyorum. Çok da merak ediyorum aslında. Karşıdan karşıya geçerken yan yana geliyoruz. Tedirgin bakışlarımı yönlendirdiğim anda ne bana ne de kırmızı ışığa hiç aldırmadığını fark ediyorum. Yine uzaklaşmaya başlıyor. Biraz sonra kaldırıma çarpıyor arabasını. Daha zor bir görev onu bekliyor.

Labradford – Pico

Not: Fotoğraflar için gezerdaşım Aysun Demircan, Burçin Menekşe ve Nedim Yel’e özel teşekkürlerimi borç bilirim.

No comments: